M.İlyas Bozkurt
İnsan, gelişme kabiliyeti ile dünyaya gelmiştir ve gelişimin kaynağı hürriyettir. Eğer insanoğlu yeryüzüne gelişim için gönderilmemiş olsaydı, bu kadar kabiliyet verilmezdi.
Dünyadaki ekonomik krizin sebepleri, sonuçları, Türkiye’ye etkileri ve çözüm önerileri
Bildiğiniz gibi dünyada şu anda bir kriz var. Evvela dünyada yaşanan krizin ne olduğunun çok iyi tespit edilmesi gerekiyor. İkinci aşamada ise, bu krizin Türkiye ile ilişkisinin ne kadar olduğunun üzerinde durulması lazım. Türkiye’nin şu anda içinde bulunduğu krizin ne kadarının dünya krizi ile alakalı, ne kadarının zaten Türkiye içinde bulunduğu yapısal durumla alakalı olduğunun cok iyi analiz edilmesi gerekir. Bu tespit yapıldıktan sonra krizden çıkış yolları üzerine birkaç şey söyleme imkanı olabilir. Hastalığın tedavisinde teşhis tüm sürecin %50 sini oluşturur. Doğru bir tahlil yapamadığınız zaman tedavi mümkün olmaz. Tedaviye giden anayol doğru teşhisten geçer.
Evvela dünyadaki krizi değerlendirirken kısa bir analiz yapmak istiyorum. Ben yüksek lisans tezimi modern finans yöntemleri üzerine verdim. Modern finans yöntemlerini incelerken, özellikle dünyanın finans merkezi olan ABD de uygulanan finans sistemlerinin tekniklerini incelerken öyle teknikler gördüm ki, dünya daha bu krize girmeden önce, iki yıl önce (tezimi verdiğim üniversite hocama da aynı şeyden bahsetmişimdir.) “bir gün bu finans uygulamaları dünya ekonomisini felç eder” demiştim. Bunu söylemek için müneccim olmaya gerek yok. Çünkü öyle uygulamalar var ki, tavuğun suyunun suyundan çorba yapma gayreti, paranın gölgesinden, paranın faizinden, kazancın kazancından kazanç elde etme gayreti var. Amerikan işadamlarının –ki çoğunluğunu Musevilerin oluşturduğu- Amerikan iş dünyasının doymak bilmez, tatmin olmaz arzuları ve hırsları var.
1980’lerin başlarında ABD’de yeni finans teknikleri oluşturuldu; bunlardan bir tanesinin adı seküritasyon. Seküritasyon bu finans teknikleri içerisinde en tehlikelilerinden bir tanesi. Bu gün finans sektörü de dâhil bu işlerin içerisinde olanların %80’i belki ilk defa adını duyuyorlar. 1980’lerin başlarında başlayan bu seküritasyon şudur: Mesela, Crysler otomobil satar. 20 ay, 30 ay vade yapar. 3 er aylık dilimler halinde sattığı araçları bir liste haline getirir. Netice itibariyle 20 ay vade ile 1000 adet araç satmıştır. Hemen bir seküritasyon şirketi gelir Crysler’e derki “20 aylık alacağın toplam ne kadar?” 2 milyar Dolar olsun. Der ki, ben sana 1.5 milyar Dolar peşin vereyim. 20 aylık kredi alacaklarının toplamı olan 2 milyar Doları bana aktar. Böylece Crysler 20 ay boyunca taksitler halinde elde edeceği gelirleri direkt olarak Seküritasyon şirketine devretmiş ve kazancından 500 milyon dolarlık fedakarlık yapmak suretiyle 1.5 milyar dolarlık bir nakde kavuşmuş olur. Şimdi masum gibi gözüken bu yapı komple bir sistemin içerisine yerleştirildiği zaman dünyayı sömürme tekniği haline gelir.
Şöyle ki, bir Amerikan bankası örneğin City Bank, -ki bu krizin başında gelen bankalardan bir tanesidir- işte bu City Bank kendi bünyesinde şirketler kurmaya başlar. Mortgage şirketi, sigorta şirketi, seküritasyon şirketi vs kuruyor. Konut kredisi veriyorlar; öyle ki 4-5 yıl geri ödemesiz, 4 yıldan sonra da 30 yıl vadeli krediler. Hatta bunların içerisinde öyle krediler de var ki, siz evi alıyorsunuz 4 yıl hiç para ödemiyorsunuz. 20 bin dolarlara 30 bin dolarlara varan rakamlarda evinizin içini tefriş edesiniz diye size yardım ediyorlar. Bu kadar cazip şartlar içerisinde, ihtiyacı olan ev alıyor, olmayan evini yeniliyor. Amerika da inşaat sektöründe 2003-2007 yıllarında müthiş bir patlama oluyor.Ttalep fazla arz yetersiz olduğu için fiyatlar süratle çıkıyor. 100 bin dolarlık bir dairenin fiyatı 500 – 600 bin dolarlara, 500 bin dolarlık bir villanın fiyatı da 2 milyon dolarlara çıkıyor. Fakat krediler 4-5 yıl ödemesiz, 30 yıl vadeli olduğundan ve ayrıca 20 bin dolarlara varan ev içini dekore etmek için nakit avans alınabildiğinden kimse bu fırsatı kaçırmak istemiyor. 2003 – 2007 arası Amerika’da bu krediler kapışılmıştır. Bankalar bu süreçte ya kendi inşaat şirketlerini kurdular ya da bir inşaat şirketine gidildiğinde o sizi bağlı bulunduğu finans kuruluşuna yönlendirdi. Mortgage kredisi almak isteyen kişiye finans şirketi kağıt üzerinde kredisini veriyor, inşaat şirketi de aynı gruba bağlı olduğu ve zaten o bankada hesabı olduğu için, banknot dediğimiz kağıt paralara hiç dokunmadan hesaplar arası transferler ile işlem gerçekleştiriliyor, bu şekilde kredi verilmiş oluyor. Ayrıca bizdeki DASK gibi alınan evin zorunlu olarak sigorta edilmesi gerekiyor ve bu işlemi de yine aynı gruba bağlı olan sigorta şirketi gerçekleştiriyor ve o da kazanıyor. Sonra mortgage şirketi ve sigorta şirketi seküritasyon şirketine başvurarak, 30 yıl vadeli alacaklarını seküritasyon şirketine devrediyor. Seküritasyon şirketi tüm riski üzerine almış oluyor. Bu şirketler ellerinde sermaye bulunduran, özellikle 2003 yılındaki Körfez savaşından sonra Amerika’daki merkezlerine para akan bankalar, petrol ve silah şirketleridir.
Sizin bir bankanız varsa ve kasasında 100 milyon dolar varsa, siz 100 kişiye 1’er milyon dolar kredi verirseniz paranız biter. Ancak gerçekleşen tahsilâtlarla bankaya tekrar para girer ve siz bu kadar daha kredi verebilirisiniz. Ancak bu sistemde kasadan hiç nakit para çıkmadığı için siz bankadaki paranızın 10 katı, 20 katı, 30 katı ticari işlem hacmi yapabilirsiniz. İşte ABD’de 11 trilyon dolar para ile 37,5 trilyon dolarlık bir işlem yapılıyor.
2007’ye gelindiğinde 4 yıl geri ödemesiz olarak alınan kredilerin geri ödemeleri başlıyor. 100 bin dolarlık ev 400 bin dolara, 500 bin dolarlık villa 2 milyon dolara satılmıştı. Geri ödemelerde sorun çıkmaya başlayınca banka alacaklarına karşılık eve el koyuyor ve tekrar satışa çıkartıyor. Bu sefer piyasadaki durum ise, talep az ama banka satışları nedeniyle arz çok. Bunun üzerine fiyatlar düşüyor.
İki komşu düşünelim. Birisi 400 bin dolara ev almış ve taksitlerini ödüyor. Diğeri ise ödeyemediğinden banka eve el koymuş ve satışa çıkarmış. Diğer komşu merak ediyor ve evin fiyatını soruyor. Ev 80-100 bin dolarlara satılıyor. O zaman oturuyor hesap kitap yapıyor. 30 yıl boyunca toplam 400 bin dolar ödeyeceğim. Şimdi 100 bin dolara satılıyor alan yok. O zaman ödememe temayülü baş gösteriyor ve dalga dalga yayılıyor. Süratle daireler geri dönmeye başlıyor. Bu durum üzerine Bush hükümeti 2007 yılında seçimlere 1 yıl kala mevcut durumun bir sosyal patlamaya dönüşmesini engellemek için piyasaları rahatlatmak adına bir önlem paketi açıklıyor. Kanuni bir düzenleme yapıyorlar. Mortgage şirketi alacağına karşılık eve el koysun, hatta müşteriyi de eve getirip evi göstersin ancak evin içindeki borçlu ev sahibini dışarı atmasın. 2007 yılındaki bu yasa değişikliği Amerika’da sonun başlangıcı oluyor. Artık tahsilâtlar yapılamaz hale geliyor.
Bu durumda bütün risk seküritasyon şirketlerinde birleşti. Seküritasyon şirketi, X bankasının şirketi ve X bankasının garantisi altında. İşte bu durumda X bankası sorumluluğu üzerine alarak borçları yüklendi. Eğer az sayıdaki kişinin sorunu olsaydı devlet karışmazdı, ancak bankanın sorunu olduğu için ve banka krize girdiğinde tüm ülke ekonomisi krize gireceğinden dolayı hükümet müdahale mecburiyeti duymuştur. Amerikan işadamının doymak bilmeyen ve emeğe, alın terine, helal kazanca dayanmayan kazanma hırsı bu krizi büyüttü ve en sonunda bankaların kucağında patladı.
Bu kriz dünyaya yayılınca ilk vurduğu yerlerden bir tanesi doğal olarak Avrupa oldu. Avrupa bu krizin şokuna girince otomatikman harcamalarını kıstı. Böyle olunca ihracatın %60’ını hatta bazı sektörlerde daha fazlasını Avrupa’ya yapan Türk iş dünyası, özellikle Bursa gibi tekstil ve otomotiv ağırlıklı olan iller krizden daha fazla etkilendi.
İşte uzun yıllardır söylenen, komşularla iyi geçinme, riski dağıtma politikası, İslam dünyası ve dünyanın geri kalan bölgeleriyle de ticarete önem vermenin ne kadar önemli olduğunu burada görüyoruz. Göbeğinizi sadece bir bölgeye, hele de Avrupa’ya bağlarsanız, bu tip krizlerde darbeyi ilk yiyenlerden olursunuz. Şimdi Avrupa otomatikman tüketimi kısınca, bizim fabrikalarımızda teker teker yavaşlamaya, makinelerini kapatmaya ve üretime ara vermeye başladı. Dünyadaki finans krizinin bize direkt etkisi yoktur. Bizde bir finans krizi yok. Bankalarımızda likidite sorunu yok. Türkiye’deki sorunun temelli ağır resesyona dayalı krizdir. Çünkü mal satamıyorsanız, sizin ihracat yapmış olduğunuz yerler mal alamaz olmuşsa, üretimi kestiğiniz anda bu otomatikman işsizliğe sebebiyet veriyor. Şimdi Türkiye’deki krizin birinci bacağı bu. Yani dünyaya yayılan Amerika merkezli krizin Avrupa’ya vurması ve ihracatımızın çoğunun Avrupa’ya dayalı olmasından kaynaklanan ihracatta düşüş ve düşüşe dayalı üretim eksikliği ve üretim eksikliğine bağlı işsizliktir.
Krizimizin bir de ikinci bacağı var. Bakınız 17 Ağustos 2007 Bursa Hakimiyet Gazetesi’ne bir demeç vermişiz ve orda şunları söylemişiz: “Türkiye’de ekonomik bir yavaşlama var ve söylediğimiz reçete uygulanmazsa, Türkiye resesyona gidiyor.” demişiz. Zaten dünyada krizin konuşulmaya başladığı aylar geçtiğimiz yaz ayları, yani temmuz-ağustos aylarıdır. Halbuki bu tarihten bir yıl öncesinden itibaren bizim iş dünyamızda bir resesyon, bir yavaşlama oluşmaya başlamıştır.
Yani ikinci bacak, bizim yapısal sorunlarımızdan meydana gelen sorunlardır. Bu yapısal sorunlardan en önemlisi şudur: Ben bunu birçok toplantıda dile getirdim. Şimdi bu ülkede ekonomiyi canlandırmak için tüketimi harekete geçirmek gerekir. Bu ekonominin en basit kurallarından bir tanesidir. Fakat yapılan hata şudur: Örneğin Türkiye’de fakirlik sınırını 2000 TL olarak alacak olursak, 2000 TL’nin üzerinde geliri olan insanları baz alalım. Ayda 5000 lira geliri olan birine siz 5000 lira daha zam yaparsanız bu ikinci 5000 lira hiçbir zaman piyasaya direkt olarak girmez. Bu ekonomide temel ve basit bir kuraldır. Çünkü zaruri, yani temel ihtiyaçlarını karşılayan bir kişi, bunun üzerindeki fazla parasını birikime yönlendirir. Faizde tutar, borsada tutar veya karlı gördüğü yerlerde değerlendirir. Fakat mutlak harcayıcı dediğimiz bir grup vardır. Geliri fakirlik sınırı olan 2000 TL’nin altında olan gruptur. Mutlak harcayıcı denilen kişi, işçidir, memurdur, polistir, öğretmendir. Bu insanların maaşlarında yapılacak olan bir iyileştirme direkt olarak ekonomiye yansır. 600 lira maaş alan işçinin maaşını 800 lira yaptığınız zaman bir ay önce 600 lira harcayan bir işçi bir ay sonra 800 lira harcamaya başlar. O zaman bakkal, market, konfeksiyon vs küçük ölçekli işletmeler, esnaf ve sanatkarlar, küçük, orta ve büyük ölçekli fabrikalar birbirlerinden zincirleme olarak etkilenirler. İşte piyasasının hareketlenmesi bu şekilde olur. Dolayısıyla mutlak harcayıcı sınıfına mutlaka bir iyileştirme yapılması gerekiyor. Alım gücü düştükçe bu direkt olarak piyasaya yansıyor. Mesela tüketimi arttırmak için bazı tedbirler alındı. Mesela inşaat sektörü teşvik edildi. Herkes maaşının üçte birini, 10 yıl, 20 yıl vadeli krediler kullanarak ipotek altına aldırdı. Bu hadise kısa vadede inşaat sektörünü canlandırır ama orta ve uzun vadede resesyona sebebiyet verir. Çünkü kişi 20 yıllık gelirinin üçte birini ipotek altına aldırdı demektir bu. İşte resesyon geliyorum dedi zaten.
İkinci bir sebep de rekabet şartlarının eşit olmamasıdır. Ben Avrupa’da birçok ülke gezdim. Almanya, İtalya, Fransa, Avusturya, Belçika’da ve daha birçok ülkede bulundum. Oralarda Organize Sanayi Bölgeleri’ni gezme imkânım oldu. Mesela İtalya’da saat 9.30–10.00’dan önce hiçbir işyeri açılmıyor. Saat 14.00 gibi kapanıyor, 16.00’da tekrar açılıyor. 20.00’de tekrar kapanıyor. Buna benzer uygulamalar başka ülkelerde de var. Batı insanı tembel. Bizim işadamımız sabahın köründe işyerine gelir. Tırnaklarıyla kazıya kazıya bir yerlere gelir. Bizim işadamımız müteşebbistir, risk alır, sorumluluk taşır. Bizim insanımız çalışkandır. Oysa bize her zaman şu söylenir: “Su akar Türk bakar.” Hayır. Eğer Türkiye’de su akıyorsa biz 3 bin metreden sondaj yaparak çıkartıyoruz. Avrupa’daki gibi akan suyun yanında oturmuyoruz Bizim işadamımız çalışkan, ancak makro ekonomik dengelerin bir türlü düzelememesi, rekabet şartlarının eşit olmaması elimizi, ayağımızı bağlıyor. Bugün elektrik maliyeti Avrupa’daki işadamının elektrik maliyetinin 4 katıdır. Bu gün 1 litre doğalgaza, 1 litre benzine ödediğimiz bedelin 3’te 2’sine yakını vergidir. Bu şartlarda Avrupa’nın işadamıyla nasıl mücadele edeceksiniz? Size soruyorum. Katma değerin %18’lere çıktığı, yurt dışına çıkarken kendi vatandaşına vergi ve fon uygulayan bir ülkedesiniz. Hangi şartlarda siz bu insanlarla rekabet edebilirisiniz. Dolaysıyla biz şunu diyoruz. Rivayet edilir ki; Büyük İskender’in hocası Aristo gündüz yerde oturmuş toprağın üzerinde bir şeyler çiziyor. Büyük İskender gelir, güneş ile Aristo arasına girmiş gölge etmektedir. Aristo gölgede çizdiklerini görememektedir. Büyük İskender sorar: Hocam ne zaman görsem devamlı çalışıyor, devamlı bilgi üretiyorsunuz. Ben sizi çok takdir ediyorum, dileyin benden ne dilerseniz. Öyle deyince Aristo “gölge etme, başka ihsan istemem” der. Bizim işadamımız sadece bir şey söylüyor. “Gölge etme başka ihsan istemem.” Ayağımızdaki prangaları çözdüğümüz zaman; Türk işadamının ne kadar üretici, ne kadar etkili, yaratıcı ve çalışkan olduğunu bütün dünya görecektir. Demek ki rekabet şartlarının da düzeltilmesi lazım.
Üçüncü bir sebep de, Türk Lirasının aşırı değerli olmasıdır. Dışarıya ihracat yapılabilmesi için Türk parasının mutlaka rekabete uygun hale getirilmesi gerekir. Biz bunu 17 Ağustos 2007’de söyledik. Ve tarihten sonra da başka toplantılarda dile getirdik. Bakın kriz büyüdü, birden vergi oranları düşmeye başladı. Eğer bu zamanında yapılabilseydi, bugünden çok daha etkili olurdu diye düşünüyorum.
Bizdeki krizin üçüncü sebebi de “globalizm”dir. İşadamlarımızın bu konuya çok dikkat etmesi gerekiyor. Bir yere Carrefour, Migros, Real gibi bir alışveriş merkezi açıldığı zaman, yüzlerce bakkal, kasap, manav, şarkuteri vs. kapanmaya ve yine binlerce insan işsiz kalmaya başlar. İste bu durum globalleşmenin tabii bir neticesidir.
Yine aynı şekilde, şehir merkezinde bir sürü inşaat malzemesi satan, laminant parke satan firma var. Bu firmalar 100–150 m dükkânın içerisinde satış yapıyor. Buralar da bir sürü insan çalışıyor. Globalleşen dünya, dev yapı marketlerini doğurdu. Tekzen gibi, İkea gibi, Praktiker gibi, Bauhaus gibi dev yapı marketleri isim ortaklığı yaparak Türkiye’de mağazalar açtılar. Bu marketlerde çok basit bir inşaat malzemesini, fayanstan jakuzisine, duvar boyasından duvar kâğıdına kadar aklınıza ne geliyorsa inşaat sektörünün bütün kalemlerini bulabiliyorsunuz. Bu firmalar diğer mağazalardan çok daha ucuza satıyor. Çünkü toptan ve peşin alabiliyor. Bu firmalar ucuza satmakla kalmıyor, alıcıya finansman kolaylığıda sağlıyor. Bunlarla esnafın rekabet etmesi mümkün değil. 2000’li yılların başlarından itibaren önce İstanbul, sonra diğer büyük şehirlerde açılan bu firmaların önümüzdeki 10 yıl içerisinde sayıları artacak ve mahalle bakkalları teker teker nasıl kapandı ise, inşaat sektöründe iş yapan firmaların da teker teker kapanıp gittiğini göreceksiniz.
Buna bilgisayar sektöründeki globalleşmeyi de örnek verebiliriz. Bursa’da bilgisayar ve bilgisayar aksesuarı satışıyla ayakta duran yüzlerce firma var. Yeni açılmakta olan Gold, Vatan, Elektro World gibi dev firmalar, yüzlerce küçük firmayı kapanmak zorunda bırakmaktadır. Bursa için vermiş olduğumuz bu örnek tüm Türkiye için geçerlidir.
Globalleşme bu şekilde büyüyerek gidiyor. Peki bu işin sonu ne olacak? Bu işin sonunda, bir ülkenin %5 i patron, %95’i maaşla çalışan durumuna düşecek. Şu andaki gidişat buna doğu gidiyor. Yani efendiler ve köleler, dünya bu düzene doğru gidiyor. Şimdi buradaki efendiler kim olacak bu çok önemli.
Globalleşme mutlaka olacak bunu engellemenin imkânı yok, çünkü bu doğal bir süreçtir, suni bir süreç değildir. Teknolojinin gelişmesi ile iletişimin gelişmesi ile, ulaşımın gelişmesi ile dünyada sınırların kalkıp uluslararası ticaret ve hukukun gelişmesi ile doğal bir seyir halinde gelişen bir durumdur. Bunu engelleyemezsiniz. Bundan kaçınmak buna direnmek doğru değildir çünkü o zaman dünyadaki yapısal değişime ayak uyduramayız. Bu şuna benzer; İstanbul’da kitap yazarak geçinen 60 bin kişi işsiz kalmasın diye Osmanlı’ya üç yüz yıl matbaanın getirilmemesine veya şu kadar minibüsçü işsiz kalmasın diye Bursa’ya metro yapmamaya benzer.
İşte globalleşme budur. Bu süreçte alınması gereken tedbirler vardır. Evvela işadamlarımız markalaşmaya çok dikkat etmesi gerekiyor. Ürettiğimiz ürünü markalaştırmak, patentlemek ve bunun üzerine yoğunlaşmak geleceğin yatırımdır. Markalaşmayan, merdiven altı üretim yapan ya da fason çalışan bütün firmalar yok olmaya mahkûmdur. Eğer markalaşamıyorsak; Türkiye’de ve dünyada marka olmuş firmaların üretim ajanlığını ya da bayilikleri almak orta ve uzun vade de köklü çözümlerdir. Örneğin x mobilya firmasının bir yerdeki satış bayiliğini almak veya o x mobilyasının üretiminin bir kolunun, mesela vida üretimine katkıda bulunmak yani üretim ajanlığı almak orta ve uzun vadede bir işadamının hayatını kurtarır.
Demek ki bu konuyla alakalı alacağımız iki önemli tedbir var. Birincisi markalaşmaktır ki, biz buna çok önem veriyoruz. Bu konuyla alakalı önemli çalışmalarımız var. İkincisi de markalaşmış olan bir firmanın, kurumsallaşmış bir markanın üretim ajanlığını veya satış bayiliğini alarak yola devam etmektir. Aksi takdirde önümüzdeki 20–25 yıllık süreç içerisinde küçük ve orta ölçekli işletmeler hem globalizm, hem de içimizdeki yapısal sorunlar nedeniyle maalesef eriyip gideceklerdir.
Buraya kadar anlattıklarımızı özetlersek, Türkiye’nin içerisinde bulunduğu krizin temel olarak 3 sebebinin olduğunu gördük. Bunlardan ilki dünyadaki krizdir, ikincisi, Türkiye’nin kendi yapısal sorunlarıdır ve dünyadaki kriz ortadan kalksa bile ülkemizdeki krizin birdenbire ortadan kalkacağını düşünmüyoruz. Üçüncüsü ise, globalizmdir.
Evet, konuşmamı bitirirken son söz olarak şunu söylüyorum. Bir millete yapılacak en büyük kötülük onun kendine olan güvenini elinden almaktır. “Bizden adam olmaz.” “Türk’ün aklı sonradan gelir.” “Su akar Türk bakar.” gibi ifadelerle kendine güvenmeyen, korkak, Batı bize ne der diye bacakları titreyen bir nesil büyütüldü bu memlekette. Hâlbuki bu millet artık son yıllarda kendine dönüyor. Kendimize güveneceğiz. Biz büyük bir milletiz. Biz büyük bir devletiz. Bir tarafımızda nüfusu 400 milyona dayanmış Türk dünyası, diğer tarafta yine 400-500 milyonluk orta-doğuda yaşan Müslüman Arap dünyası var ki, Osmanlı 400-500 yıl, bazı yerlerde 600 yıl bu bölgelerde hüküm sürmüştür. Bugün oralarda hala bizim müsbet etkimiz devam etmektedir. Ayrıca Müslüman ya da Türk olmadığı halde bize sempatiyle bakan birçok ülke var. Mesela Güney Kore ve Japonya gibi… Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti büyük bir devlettir. Türk halkı büyük bir millettir. Biz dünyanın en çalışkan, en gayretli, en çok risk alabilen gözü kara milletlerinden bir tanesiyiz. Kürt olabilir, Çerkez olabilir, Boşnak olabilir, kökümüz nereden gelirse gelsin bu millet çalışkanlığıyla, kendine güveni ile tekrardan ayağa kalkacak ve inşallah cumhuriyetimizin 100. yılına dünyanın lider ülkelerinden bir tanesi ve hatta dünyanın lider ülkesi olarak gireceğine inanıyoruz. İş dünyası olarak da bizler üzerimize düşeni yapmalı ve asla ve asla kendimize olan güveni kaybetmemeliyiz.