Hakan Kalkan
Son yıllarda, sanayi inkılabını başlatan, dünyaya modern ekonomiyi, bankayı, finansı öğreten Avrupa ve Amerika’nın ekonomik anlamda içler acısı halini ibretle izliyoruz. Bunlar içinde ihracatımızın %40’ını ihtiva etmesi hasebiyle Avrupa’nın hal-i pür melâli bizi biraz daha yakından ilgilendiriyor.
Avrupa’da neler oluyor. Bunu biraz daha yakından inceleyelim.
Bilindiği üzere, bazı Avrupa devletlerinin ülke borçları ve kamu borç stokları yani devletlerin borçları makul sınırları çoktan aşmış vaziyette. Bunlardan bazılarını aşağıdaki tabloda görebilirsiniz.
2011 haziran itibariyle | Gsyih | Ülkenin Dış borcu | Kişi başı dış borç | Dış borcun gsyih ya oranı | Devlet borcunun gsyih ya oranı |
ispanya | 0,7 trilyon € | 1,9 trilyon € | 41.366 € | % 284 | % 67 |
portekiz | 0,2 trilyon € | 0,4 trilyon € | 38.081 € | % 251 | % 106 |
italya | 1,2 trilyon € | 2 trilyon € | 32.875 | % 163 | % 121 |
irlanda | 0,2 trilyon € | 1,7 trilyon € | 390.969 € | % 850 | % 109 |
yunanistan | 0,2 trilyon € | 0,4 trilyon € | 38.073 e | % 252 | % 166 |
Biz burada özellikle devletlerin kamu borçlarını inceleyeceğiz. Bir devletin kamu maliyesi nasıl bu hale gelebilir? Şöyle ki;
En basit ifadesiyle, şayet giderleriniz gelirlerinizden fazla ise bütçeniz açık verir. Bu durumda ya giderlerinizi kısacaksınız, ya gelirlerinizi artıracaksınız ya da borçlanacaksınız.
Giderlerinizi çoğunlukla kısamazsınız, çünkü bunların büyük bir kısmı personel maaşları ve sosyal güvenlik giderleridir. Bunları kısarsanız, hükümet olarak orada oturmanız pek de mümkün değildir.
Gelirlerinize gelince, bir devletin geliri vergidir. Verginin artması için ya vergi oranını artıracaksınız, ya da milli gelirinizi artıracaksınız ki, daha çok vergi alasınız. Bu iki seçenek her zaman en zor seçenekler olmuşlardır ve özellikle milli geliri artırarak gelirleri artırma yöntemi uzun vadeli bir yöntem olduğu için kısa vadede sizin bütçe açığınızı kapatmada işe yaramaz.
Kısa vadeli çözüm için elinizdeki diğer seçenek vergi arttırmadır. Vergileri arttırmanın hem enflasyonu artırıcı hem de piyasayı yavaşlatıcı etkisi vardır. İkisi de orta ve uzun vadede GSYİH ivmesinin düşmesine ve o da devletin vergi gelirlerinin zamanla düşmesine sebep olur. Yani bumerang gibidir vergi artışları, döner tekrar devleti vurur.
Bu durumda da siz borç bulmak zorunda kalırsınız.
Böyle bir durumda devlet, ya halkının tasarruflarını borç olarak alır, ya da dışarıdan borçlanır. Bunun üçüncü bir yöntemi yoktur. Halkınızın yeteri kadar tasarrufu yoksa, yani halkın tüketim eğilimi çok fazla ise, eline geçeni harcıyorsa, siz bu durumda bütçe açığınızı ister istemez dış ülkelerden borç alarak kapatmak zorunda kalırsınız.
Burada şöyle bir durum vardır. Siz şayet aldığınız borcu yatırımda kullanıyorsanız, o para ile para kazandığınız için, borcunuzu geri ödemeniz nispeten kolaydır. Ama aldığınız borcu direkt tüketime harcıyorsanız, onunla para kazanmak gibi bir derdiniz yoksa, o borcunuzu zamanı geldiğinde geri ödeminiz çok zordur.
O yüzden bir devlet, bütçe açığı sebebi ile borç alıyorsa, o borcun ödenmesi nispeten zordur. Çünkü devletin aldığı bu borç para çoğunlukla personel giderlerine, transfer ödemelerine (sosyal güvenlik giderleri vb.) gidiyordur. Bunlar da geri dönüşümü olan şeyler değil. Yani o parayı ödediğiniz anda o para gitmiştir, onun size ekstra bir para kazandırması söz konusu değildir.
İkincisi, devlet o para ile yatırım harcaması yapıyorsa, yani okul, hastane, yol vs. yapıyorsa, devletin yaptığı bu yatırımlar da çok geç ürün vermeye başlayacağı için, yine bir anlamda kısır yatırım söz konusudur. Yani o para size ekstra para getirmez.
İşte Avrupa ülkelerinde yaşanan durum budur. Devletler bütçe açıkları vermekte, bunu da Avrupa’nın önde gelen ülkelerinden yani özellikle Almanya ve Fransa’dan borç alarak kapatmaya çalışmaktalar. Fakat aldıkları bu paralar personel giderleri gibi harcamalara gittiğinden, kısa vadede o devleti ferahlatmakta, ama orta ve uzun vadede daha ciddi krizlere sokmaktadır.
Bu durumu Almanya ve Fransa tabii ki görüyor. O ülkelerin borç aldığını, zamanı geldiğinde ödeme güçlüğü çekeceklerini biliyorlar. Ama buna ses etmiyorlar. Çünkü bu durum onların da işine geliyor.
Çünkü Almanya ve Fransa Avrupanın lideri. Bu liderliklerini ve güçlerini her geçen gün pekiştirmek istiyorlar. Bunun için de her fırsatı değerlendiriyorlar. Bunun da en büyük silahı bugün devletlerin bu bütçe açıkları ve kamu borçları.
Kamu açıkları olan devletlere önce borç veriyorlar, zamanı gelince de emir veriyorlar. O devletleri yönetmeye başlıyorlar. Aynı bir zamanlar IMF’nin bize yaptığı gibi. Önce borç veriyor, sonra “buna harcama yapamazsın, şuna harcama yapamazsın, şunu destekleyemezsin” gibi emirler veriyorlar, bir yandan da bizden siyasi ve ekonomik kararlar almamızı istiyorlar. Mesela bankalarımızı yabancıların almasına müsaade edilmesini istiyorlar.
Diğer yandan da özelleştirmeleri destekliyorlar ve ülkenin en stratejik ve kıymetli şirketlerinin özelleştirilmesini, böylece borcun ödenmesini sağlıyorlar. Böylece ülkenin en kıymetli şirketlerini, krizde olduğu için o ülke, kelepir fiyatına alıyorlar. Yani devletinizi satın alıyorlar. Yunan adalarının fiyatlarını artık internet sitelerinden okumaya başladık mesela.
İşte Avrupa’da yaşanan budur: Almanya ve Fransa’nın Avrupanın kalanını satın alması ve adeta modern anlamda köleleştirmesidir.
Bu Almanlar, kavimler göçü ile beraber Avrupaya geldiklerinden bu yana Avrupanın başına bela olmuş ve Avrupalıları yönetmek istemişlerdir.
Bu durum iki bin yıl önce de böyleydi, yüz yıl önce de böyleydi, şimdi de böyle ve emin olun gelecekte de böyle olacak.
O yüzden Almanlar’da bu yönetme hırsı ve para oldukça, Avrupalıda da bu zevk düşkünlüğü oldukça, biz bu filmi daha çok görürüz.